Ah, bu aceleci fıtratımız! Sanki zaman bir nehir değil de durulmaz bir çağlayan... Her anı yakalamaya çalışırken, çoğu zaman o anın tadını kaçırıyoruz. Dertlerimiz de öyle değil midir? Bir karabasan gibi üzerimize çöker, sonsuza dek sürecekmiş gibi bir his uyandırır içimizde. Oysa, hayatın en keskin kılıcıdır zaman; her şeyi yontar, törpüler ve nihayetinde siler.

Mezarın o sessiz ve dingin atmosferinde, dünyanın tüm telaşı, tüm koşturmacası bir fısıltıya dönüşür. O çok büyüttüğümüz dertler, o ulaşılmaz sandığımız mutluluklar... Hepsi birer anı olarak kalır zihnimizin kıyısında. Tıpkı rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi, hayat da bizi alır ve bilinmez bir sona doğru sürükler.

İşte tam da bu noktada, o sihirli cümleye sığınmalıyız: "Bu da geçer ya Hu!" Bu söz, bir teselli değil sadece; aynı zamanda bir idrak, bir teslimiyet. Dertlerin de mutlulukların da ebedi olmadığını, her şeyin bir sonu olduğunu hatırlatır bize. Güneşin en parlak anından sonra nasıl bir gölge gelirse, en karanlık gecenin ardından da mutlaka bir şafak söker.

Öyleyse, ey aceleci gönül! Biraz yavaşla, etrafına bir bak. Akan nehrin sesini dinle, bir çiçeğin açışını seyret. Dertlerin seni boğarken bile, unutma ki bu da geçecek. Ve mutlulukların en coşkulu anında da hatırla ki, bu da geçecek. Zira bu fani dünya, bir misafirhanedir; ne gamlar ebedi konuktur, ne de sevinçler daimi ev sahibi... Hepsi gelir ve gider, tıpkı bir rüya gibi. Ve uyandığımızda, ne dem kalır, ne gam... Sadece yaşanan anların hafif bir yankısı kalır ruhumuzda.